Bu sıralarda hep karşıma AŞK çıkıyor. Danışdıklarım, ne istiyorsun sorusuna, “Aşk…” olarak cevap vermek zorunda kalıyor.
Yarabbim… Aşk bir duyguysa, kadına, erkeğe, Allah’a, çocuğa, doğaya… Aşk, aşktır değil mi, bunun kutsalı, sıradanı mı olur?
Evet… Peki o zaman “Ömür aşk” denilen, AŞK nedir? Neden kutsaldır? Aşk sadece dokunamadıklarımıza hissettiğimizde mi aşktır?
Öyle aşk değil, çünkü erkeğe duyulan aşk kutsal değil dersem, onun kalbini kırmış olmaz mıyım? Kesin küser bana! Valla o beni kutsal bir aşkla sevmediğinin söylerse, ben acayip bozulurum hiç yalanım yok. Ne o yani, bana olan aşkın geçici mi diye kavga bile çıkarırım.
Peki aslında o zaman “kutsal” olanı neden arıyoruz? Ya da aslında şunu mu sormak lazım: Ne arıyoruz?
Hepimizin içinde çocukluk günlerimizden hatırladığımız (ya da yaşayamadıysak da eksikliğini yaradılış gereği hissettiğimiz), tertemiz bir sevgi özlemi var. Annemizin bize dokunuşunda yaşadığımız bu tertemiz sevgiyi, bir ömür yaşamaya, çoğaltmaya çalışıyoruz. Bu sevgi bize “iyi ki doğmuşum” dedirten cinsten… Tertemiz bir enerji. İşte biz bir ömür boyu böyle tertemiz hissedebilmenin peşinde koşuyoruz… Sanki bu sevgi bizi kendi içimizdeki o masumiyetle yeniden buluşturuyor ve arınmamızı sağlıyor. İşte aradığımız bu: Hayatın çalkantıları içinde sevgiyle arınmak… İçimizdeki temiz parçamızla buluşmak, onu kendi içimizde bir Mekke’ye dönüştürmek.