Yüce Rabbimiz(cc) Kur’anı Kerim’de “Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür. ”11/ Hud: 112. Ve Rasûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdular: "Kim bir kavme (topluluğa) benzemeye çalışırsa o, onlardandır." (Ebu Davud, libas 4) yani “her kim kendisini başkasına/ecnebiye/her kime benzetirse onlardandır…” Hadisi şeriflerden hareketle gerçek manada tahkiki iman, ameli sahih ve salihe sahip hiçbir müslüman birey veya toplum olarak gayrimüslimlerin inanç noktasında takip, taklit ve tabii olmamışlardır. Kimileri hakikatte b u ayet ve hadislerin şümullü manasına vakıf olarak uymaması gereken önemli noktalarda uymadığı gibi, kimileride yoz softalıklarının gericiliğiyle, gerekliliği olması gerekeni de terk ederek cahilane bir biçimde hakikaten, hakikatten ya kaçarak yâda hakikati gözden kaçırarak ilerleme ve gelişmelerden uzaklaşmışlardır. Cenabı Allahın varlığı ve birliğini kabul etmek, kimsenin inhisarında ve tekelinde olmadığı gibi onun isim ve sıfatlarının faaliyet sahasının alanı ve ürünleri de aynı şekilde kesinlikle şirkten uzak bir biçimde kimseciklerin inhisarında değildir. A- Her bir Mülüman’ın ferdi veya toplumsal olarak asla başkasına özenmemesi, benzememesi, uymaması gereken konu ve konumlar var. B- Her bir Mülüman’ın ferdi veya toplumsal olarak herhangi bir itikada dair ve ameli ayırım olmaması gereken özenmesi, benzemesi, uyuması gereken konu ve konumlar var. Bazı kesimler, topluca batıya ait ne varsa kabullenerek almayı, faydalanmayı, benzemeyi Allah’ın Kur’an Kısalarında anlattığı bir kısım kavimleri çarptırdığı İlahi tufan, afat, zelzele, taun ve cezaya denk sayanlar var. Bir kısım İslam toplumlarının bu bakış açıları, hakikaten Müslüman milletlerin değişim konusunda önemli takozlardan biridir. Bu manada değişime karşı direnç göstermek bir yere kadar İslami kimliğin bir öğesi kabul edilir. Yeterince anlaşılmayan bir noktadan hareketle ne olduysa, yenilikçi hareketin oluşumu ve değişme ihtiyacının net bir şekilde fark edilmesinden doğan oluşumdan sonra bu farklılıklar ortaya çıktı. Azıcık dikkatle bakılıp incelendiği zaman görülür ki Müslümanların hukuki açıdan geri kaldıkları dönemler, değişmelerin genelde dışarıdan geldiği ve daha önceleri görülmeyen bir sürat ve hareketlilik kazandığı dönemlerdir. Müslümanların kontrolünde olmayan dönemlerde tam takip edemedikleri, denetim edilemediği bir süreçte, daha öncekileri atıp “Batı Hukuk Sistemi”ni taklide, tatbike ve iktibasa koyulmuşlar. Bu durum, bir diğeriyle familya uyuşmazlığı olan iki farklı kökenden gelen canlı-hayvan, ağaç veya bitkinin tutmayan aşı, mümkün olmayan biyolojik döllenme olayına dönüşmüştür. Böylece İslam âleminde sosyolojik, psikolojik ve ekonomik yönden olduğu gibi hukuk boyutuyla da farklı açılardan birçok bunalımlar baş göstermiştir. Bu manada İslam âleminin hem bireysel ve hem de genel anlamda fiziki ve kimyevi vücut sağlığı bazı ara fetret dönemlerinde yeterince yerinde değildir. Ayrıca net bir biçimde açıklamak gerekirse birçok azası fonksiyonel olarak ciddi derecede arızalıdır. Bu anlaşılması gereken teşhis konulamadığından ve bilinmesi önem arz eden ince nokta bir türlü anlaşılamadığından, maalesef tanzimatla (sistemin hukuki boyutuna nizam vermekle) işlerin düzeleceğine inanılmış veya öyle sanılmıştır. Oysa Avrupa’da hukuk sistemi; öncelikli olarak bir sanayi devrimini geride bırakarak ve buna bağlı toplumsal bir sosyoekonomik ve psikolojik değişimle önemli bir dönüşüm ve gelişim geçirmiş, feodalitenin de öncü moderatörlüğünü yapan burjuvazi elitlerinin arzularını formülleştiren, aslında kökleri Roma hukukuna uzanan bir batı ve batıl hukuk sistemidir. Maalesef hilafeti saltanat ve kraliyet, devleti özel mülkiyet, ümmeti kendine bağlı kullar ve menfi milliyet, işkâlcı ve yayılmacı politik savaşlara cihat ve fetih, din’ı her ne olursa olsun ululazme itaatten ibaret haline getirenler, evrensel İslam Hukuku’nu Kur’an ve Sünnet çizgisinden çıkararak “Tanzimat’la” bir şekilde Avrupa-Roma hukukuna geçilmiştir. Oysaki bulunulan noktada ortada daha tapu-tescil işlemleriyle insan hakları noktasında garanti altına alınan özel mülkiyet kavramı bile yoktur. Roma Hukuku’nun farklı versiyonuyla devamı olan, Avrupa’nın altı yedi asır önce bir hayat felsefesi olarak başlattığı ve halen devam ettirdiği ticaret ve ona bağlı olarak gelişen sanayi maalesef mevcut değildir. Bu durumun iyi veya kötü doğru veya yanlış, faydalı veya zararlı olup olmadığı ehlince araştırılıp değerlendirilmesi gerekir. Diğer bir taraftan göründüğü kadarıyla adı “İslam” olan toplumlarda mülkiyet hakkı bile tüm gerekleri ve gerekçeleriyle ortaya çıkmamışken, henüz ortada kabul edilebilir teşekküllü bir tarım toplumu bile doğru dürüst ortada yok. En başta kutsal değer ve inançları farklı, filolojisi farklı, fluryası farklı, kültürü apayrı, iklimi ve coğrafyası benzeşmeyen bir sanayi toplumunun hukukunun alınarak tam isabet karşıt yapılanmadaki bir inanç ve yaşam alanına sistem olarak uygulanması; bekleneni vermeyeceği gibi hukuk ve adalet sistemini tam bir keşmekeşliğe sürüklemiştir. Bu nokta tarihi ve ilmi bir realitedir ki hukuk “hazır”ın “mazi”ye bağlandığı ve geleceğin de ancak bu istikametteki hızla inşa edilebileceği çok önemli organik bir bütündür. Mecelle’nin uzunca sayılabilecek bir zamanda, ağır aksak uygulanabilmesi islam toplumun gereklerine bir noktaya kadar uyum içerisinde olmasındandır. “Mecelle”, kendi şartları dâhilinde mükemmel bir düzenleme olduğuna rağmen, yinede mecelle hareketi yeterince olması gereken bir başarıya kavuşamamıştır. Demek ki “değişim, gelişim, dönüşüm hareketleri özelde Osmanlının genelde İslam ümmetinin bizatihi kendi dinamizminden kaynaklanmış olsaydı, ihtimaldir ki bu gün fıkıh alanında mecelle hareketini kabul görür başarılı bir içtihat teşebbüsü olarak değişim, gelişim ve dönüşümün önemli bir aktivitesi olacaktı. Mükemmel manada Kur’an ve Sünnete dayalı, ilmi ve tarihi bir dinamizme sahip olmadığı için yeterince başarılı olamadı. Nasıl olabilirdi ki, bir vakıa olarak dışarıdaki değişim, gelişim ve dönüşümün hızına ayak uydurabilme imkânı yok gibidir. Net bir ifade ile not düşürülecek olunursa, dışarıdaki değişme, gelişme ve dönüşme takip edilemeyecek ve kontrol edemeyecek kadar hızlı ve kararlılıkla hareketliydi. Buna karşı daha kararlı, istikrarlı bir istikamette içeride sağlam temellere dayalı değişim, dönüşüm ve gelişimin sağlam adımlarla “Festakim kema ümirte” yani “emrolunduğun gibi dostdoğru ol!” temelinde sağlanabilir.